MESNEVİ’DEN İBRETLİ BİR HİKAYE

Edebiyat Dünyamızın Şâheseri:

MESNEVİ’DEN İBRETLİ BİR HİKAYE

 

Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi

Mütevelli Heyet Başkanı

 

Her sene Aralık ayı yaklaşınca Hz. Mevlânâ (30 Eylül 1207-17 Aralık 1273) ve O’nun muhteşem eseri Mesnevi Şerîf hatıra gelir. Divan edebiyatının en son mümessillerinden birisi olan Tahir ül Mevlevî (13 Eylül 1877-20 Haziran 1951) ise ömrünü Hz. Mevlânâ’nın düsturlarına bağlı kalarak yaşamış ve “Tahir ül Mevlevî” imzasıyla tanınan ve 55 adet eseri olan bir şair, yazar, mutasavvıf, gazeteci, mesnevihân ve müderris bir âlimdir. Tahir OLGUN Beyefendi en kıymetli eseri Mesnevi için mükemmel bir şerh yazmıştır. Bu eserinde farsça beyitleri öylesine tercüme etmiştir ki, yeniden bir açıklamaya gerek kalmamıştır. Şimdi onun sözkonusu Mesnevi Şerhinden ve Hz. Mevlâna’nın dilinden ibret dolu bir hikaye:

BİR KİMSENİN MÛSÂ (a.s.)’dan HAYVANLARIN VE KUŞLARIN DİLLERİNİ ÖĞRENMEK İSTEMESİ

“Mûsâ Peygambere genç bir adam dedi ki: Bana hayvanâtın lisânını öğret!”

“Bu suretle kurdun, kuşun sözlerini duyayım da, dinime ait işlerde ibret sahibi olayım.”

“Çünki Âdemoğullarının bütün lisanı, su, ekmek, şan ve şeref içindir.”

“Belki hayvanlarda başka bir dert, bu dünyadan göçme zamanında başka bir tedbir vardır.”

“Hz. Mûsâ ona dedi ki: Git, bu hevesten vazgeç! Bunun önünde sonunda pek çok tehlikesi vardır.”

“İbret almayı ve uyanmayı kitabdan, sözden, harften ve dudaktan değil, Allah’tan iste!”

“Hz. Mûsâ’nın men etmesiyle o adamın hırsı iyice arttı. Zaten kişi men olunduğu şeye karşı harîs olur.”

“O adam dedi ki: Yâ Mûsâ! Senin nurun dünyaya aksedince her şey kadrini, kıymetini sâyende buldu.”

“Ey cömert Kelîmullah; beni bu murâdımdan mahrum etmek, senin lutfuna lâyık olmaz.”

“Bu zamanda Hakk’ın halîfesi sensin; eğer mânî olursan beni mey’us edersin.”

Halbuki Cenâb-ı Hak:

“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zîrâ hakîkat şudur ki kâfirler gürûhundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” buyurmuştur.

“Mûsâ dedi ki: Yâ Rabbî! Bu saf adamı gâliba mel’ûn şeytan zebûn etmiş.”

“Eğer istediğini öğretirsem ona ziyanı dokunacak: öğretmezsem kalbi sûizanda bulunacaktır.”

“Cenâb-ı Hak buyurdu ki: Yâ Mûsâ, öğret! Çünki biz, lütuf ve keremimizden hiçbir duâyı aslâ reddetmeyiz.”

“Mûsâ dedi ki: Yâ Rabbî, sonra pişman olur, nedâmetinden elini ısırır, elbisesini yırtar.”

“İktidâr, herkesin harcı değildir. Acz, müttekî olan kimseye en iyi sermâyedir.”

“Eli bir şeye erişmeyen kimse zühd ve takvâda kalır. Fakr, işte bu yüzden (edebî fakr’a) sebeb oldu.”

Kur’ân’da: “Eğer Allah (bütün) kullarına (müsâvât üzere) bol rızık verseydi yer (yüzün) de muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı.

Kezâ: “(Okumamaktan) Sakın! Çünki insan kendisini (mal sebebiyle) ihtiyaçtan vareste görür de muhakkak azar.” buyurulmuştur.

Hz. Ali (k.v.)’ye isnâd edilen şöyle bir beyit vardır: “Rızık genişliği için uğraşma ki bulamamak bir nevi ismettir.”

“Gam ve kederler, olmıyacak arzulardan doğar. Onların sâhibi olan kimse şeytanın avıdır.”

Evet, bilfarz bir adam, barınacak bir odası, soğuktan koruyacak bir elbisesi, karnını doyuracak bir parça ekmeği bulunurken, bunlarla iktifâ etmeyip, bir apartmana, kürklü paltolara ve müreffeh bir hayata nail olmak hevesine düşerse, arzusu husûle gelmediği için mükedder olur. Eğer elinde bulunanlara kanaat etmiş olsaydı, o gam ve kedere düşmezdi.

“Kil yemeye alışmış kimse kil arzu eder, o bîçâre gülbeşekerden hoşlanmaz, gülbeşekeri hazmedemez.”

İşte barındıracak bir mesken, üşütmeyecek bir elbise, tok tutacak bir lokmaya sâhib olup da, refah telaşına düşenler; elinde gülbeşeker varken kil yemek isteyenlere benzer.

 

HAK TEÂLÂ’DAN, MÛSÂ (a.s.)’a: “ DİLEDİĞİNDEN BİR KISMINI OLSUN ÖĞRET” DİYE VAHİY GELMESİ

“Cenâb-ı Hak buyurdu ki: Yâ Mûsâ; sen onun matlûbunu ver, irâde ve ihtiyar elini aç.”

Bu münâsebetle Hz. Mevlânâ “ihtiyâr”ın ne demek olduğunu beyan ediyor:

“İhtiyar (yânî; insanın, velevki cüz’î olsun, irâdesi bulunması) ibâdetin tuzu, yânî; lezzetidir. Yoksa felekler, irâdesiz olarak dönerler.”

Ehl-i sünnet ve ehl-i sünnetten olan mütesavvife; insanların mecbur değil, muhtar olduklarına kâildir. İnsanların mükellef bulundukları amellere karşı kudret ve kabiliyyeti vardır. Fakat nefsi ve Şeytan ona musallâttır. Eğer onlardan Allah’a sığınır ve Allah’ın emrini, şeytanın iğvâsına ve nefsin hevesine tercih ile ibâdette bulunursa kazançlı olur. Aksi takdirde cezâlanır.

“Feleklerin dönüşüne ne sevab, ne de günah vardır. Çünki irâdeleri yoktur. Hesab vaktinde mûteber olan ihtiyar ve irâdedir.”

“Bütün âlem, hakîkaten secde eder ve kendi diliyle Hakk’ı tesbih ve takdis eder. Fakat irâde ve ihtiyârı olmadığından, ücreti ettiği tesbihten ibârettir.”

“Yâ Mûsâ: o adamın eline bir kılıç ver. Onu âcizlikten kurtar. Kudret sahibi yap da yâ gâzi, yâhud eşkiyâ olsun.”

Yani; eline verilecek irâde kılıcını hayra sarfederse gâzi, şerre sarfederse haydud olacaktır.

“Çünki Âdemoğlu iradesinden dolayı “Kerramnâ” sırrına erdi. Fakat insanların yarısı bal arısı, yarısı yılan oldu.”

“Âdem evlâdının mü’minleri, bal arısı gibi bal mâdeni oldular: kâfirleri ise yılan gibi zehir menbaı…”

Çünki müminlerde tevhid ve îman, kafirlerde şirk ve küfür vardır ki biri bal, diğeri zehir gibidir.

“Zîrâ mü’min, nebâtın,  (rızkın) seçilmiş ve helâlini yer de, mahsûlü hayat veren arı gibi olur.”

“Kâfir ise irin şerbetinden içtiği için, rızkından kendisinde zehir peydâ olur.”

“Mûsâ (a.s.) ona tekrar öğüt verdi ki: İstediğin şey, senin yüzünü sarartacaktır.”

Yâni; sana ziyânı dokunacaktır.

“Bu sevdâyı terket ve Allah’tan kork. Şeytan, seni aldatmış o, sana ders vermiş, dedi.”

Mâide Sûresinde buyurulmuştur ki: “Ey iman edenler, Allah’ın affettiği şeyleri -ki eğer size açıklanırsa fenanıza gidecektir- sormayın.”

Bu âyetin nüzûlüne sebeb olmak üzere İbn-i Abbâs (r.a.)’dan rivâyet ediliyor ki: “Bazı münâfıklar, Hz. Peygambere münâsebetsiz sözlerde ve suallerde bulunuyorlardı. Meselâ biri: “Benim devem nerede?” O biri “Benim babam kimdir?” dedi. Hac farz olup da Resûl-i Ekrem bunu tebliğ edince Ashabdan Sürâka bin Mâlik: Her sene mi? diye sordu. Resûl-i Ekrem sükût etti. Süâl üç defâ tekrar edilince: “Evet deseydim, her sene için farz olurdu. Siz de onu ifâ edemezdiniz” buyurdu. O münasebetle bu âyet nâzil oldu.

 

HAYVANAT DİLİNİ ÖĞRENMEK İSTEYEN BİR ADAMIN

KÖPEK VE TAVUK DİLLERİNİ ÖĞRENMEYE KANAAT  ETMESİ.

MÛSÂ (a.s.)’ın DA BU TALEBİ  KABUL ETMESİ

 

 

Adam Musa (a.s.)’a dedi ki: “Bâri kapıda oturan köpeğin ve kanadı bulunan tavuğun dillerini olsun öğret.”

“Mûsâ (a.s.): “Haydi git, Allah’ın lutfu erişti. İkisinin de dili  sana  beyan  olunacaktır.”

“Adam, sabahleyin tecrübe için, kapı eşiğinde durup bekledi.”

“Hizmetçi kadın sofrayı silkince,  bir parça bayat ekmek de düştü.”

“Buğday dânesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem ki… Yurdumda dâne yemekten âcizim.”

“Ey neşeli neşeli öten horoz; sen buğday, arpa vesâire hububatı yiyebilirsin, ben yiyemem.”

“Şu bir dilim ekmek bizim kısmetimiz iken, onu da sen kapıyorsun.”

“Bu ev sahibinin atı sakatlanacaktır. Yarın doyuncaya kadar ye ve mahzun olma.”

“Atın  ölümü, köpeklere  bayram  olacak… Çalışıp çabalamadan bir hayli rızık dökülüp kalacak.”

“Ev sahibi, bunu işitince atı sattı. Köpeğe karşı horoz yalancı çıktığı için yüzü sarardı, mahcub oldu.”

“Ertesi gün horoz yine ekmeği kaptı. Köpek de ona ağzını açıp dedi ki:”

“Ey aldatıcı horoz; bu ne kadar yalan. Hem zâlim, hem de soğuk bir yalancısın.”

“At sakat olacak demiştin, hani? Sen, doğru söylemekten mahrum kör bir müneccimsin.”

“İşten haberdâr olan horoz ona dedi ki: “At sakatlandı ammâ başka yerde.”

“Atı sattı ve zarardan kurtuldu. O zararı başkalarına, atı satın almış olanlara çektirdi.”

“Yarın  katırı  sakatlanacak,  fakat o  köpeklere  nîmet  olacaktır.”

“Bunu  duyan  efendi,  çabucak  katırı   da  sattı.  Dertten  de,  ziyandan da   kurtuldu.”

Üçüncü gün köpek horoza dedi ki: “Ey beyliği davulla dümbelekle ilân edilen yalancılar beyi, hani nerde vaadin?”

Horoz dedi ki: “Katırı alelacele sattı. Lâkin yarın kölesi ölecek.”

“Kölesi ölünce de akrabası, yoksullara, köpeklere  ekmek  dağıtacaklar.”

“Adam, bunu işitince köleyi de sattı. Ve ziyandan kurtulup, neşesinden yüzü parladı.”

“Bu esnada üç vâkıadan kurtuldum diye şükürler etti ve sevindi.”

“Tavuk ve köpeğin lisanlarını öğrendiğimden beri, kötü takdirlerden kendimi kurtardım” demekteydi.

Ertesi gün o mahrum köpek dedi ki: “Ey herze  yiyen horoz;  hani söylediklerin? Ne tek, ne çift  çıktı”

ÜÇ SÖZÜNDE YALANCI ÇIKTIĞINDAN DOLAYI

KÖPEĞE KARŞI HOROZUN MAHCUB OLMASI

“Senin yalanın ve hilen ne vakte kadar sürecek? Senin kümesinden yalandan başka bir şey uçmaz.”

Hadîs-i Şerifte:  “Horoza  sövmeyin, zira o sizi namaza  uyandırır” buyurulmuştur.

Horoz dedi ki: “Hâşâ!… Ne ben yalan söylerim, ne benim cinsimden olan öbür horozlar. Biz yalandan yunmuş arınmışız.”

“Biz horozlar, müezzinler gibi doğru söyleriz. Güneşi takip eder, vakti bekleriz.”

“Üstümüze taş kapatsan bile, gene de onun altında Güneşin bekçisiyiz, yâni; orada bile vakti biliriz.”

“Evliyâullah da güneşin bekçisidir. İnsanlar arasında Allah’ın esrarına onlar vâkıftır.”

“Allah, bizi namaz vaktini bildirmek üzere Âdem oğluna hediye etmiştir.”

Yâni; namaz vaktini bizim ötüşümüzle insanlara bildirdi.

Hz. Mevlânâ bir gazelinde der ki : Horozlar seher vaktinde: “Ey gâfil insan, kalk, namaz kıl” derler. Sen ki sarhoş olduğun için bilmiyorsun. Bu ihtârı ayık ve uyanık olanlar anlarlar.

“Eğer ezan vaktini bildirmekte bizden bir sehv vâki olsa o sehv, bizim kesilmemize sebeb olur.”

Nitekim, vakitsiz öten horozun başını keserler diye bir darbı mesel vardır. Nedense bizde de avâm-ı halk arasında böyle bir zan vardır. Akşama yakın öten horoz uğursuz sayılır.

“Vakitsiz, “Hayye alessalâh” dememiz, bizim kanımızı mubah kılar.”

“Masum olan yanılmıyansa ancak vahye mazhar olan can horozudur.”

Bu can horozundan murad; Cebrâil Aleyhisselâmdır. Çünkü o, melek olmak itibariyle masumdur. Emîn-i vahy olması dolayısiyle de hatâdan ve sehivden pâk ve pâkîzedir. Binâenaleyh bir takım kendini bilmezlerin: Nübüvvet Hz. Ali’ye gönderilmişti, fakat Cebrâil yanlışlıkla Muhammed’e götürdü demeleri hezeyandan başka bir şey değildir.

“O köle müşterinin yanında öldü ve tamamiyle müşterinin ziyanına sebeb oldu.”

Hattâ üstelik, teçhiz ve tekfinini de yaptı.

“O efendi malını kaçırdı, lâkin kendi kanına girdi, bunu iyi bil…”

“Bir ziyana uğramak, bir çok ziyanı defedecekti. Bizim bedenlerimiz ve mallarımız, canlarımıza fedadır.”

Yânî; canımıza gelecek belâ, cismimize, malımıza gelir, deniliyor. Nitekim, evlerde bardak, fincan gibi şeyler kırılınca: “ziyanı yok, gelecek kazayı defeder” derler ki doğru bir sözdür. Onun için insan bir musibete uğrayınca onun daha büyük bir felâketten emân olduğunu düşünmeli ve kazaya rızâ göstermelidir. Hz. Mevlânâ bunu bir misâl ile izah ediyor:

“Gazaba uğradınmı, Pâdişâhlara malını verip başını kurtarırsın.”

“Bunu bildiğin halde, Kazaya karşı, niçin acemilik ediyorsun da, malını Allah’dan kaçırmaya çalışıyorsun.”

Sadaka vermek de malını verip başını kurtarmak kabilindendir. Sadaka hakkında bir çok âyet ve hadîs-i şerîf vârid olmuştur.

Yâni: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse ona kat kat verir” Âyeti Kerîmesi; “Sadaka, belâyı defeder ve ömrü artırır” Keza: “Sadaka, musibette yetmiş kapıyı örter” hadisleri bu meyandadır.

Allah ve Resulü âlem, bu (yetmiş) kelimesi çokluktan kinâyedir, tam ve muayyen bir aded değildir. Nitekim Türkçemizde de yetmiş defa, yedi yüz kere gibi sayılar söylenir de onlarla çokluk mânâsı kasdedilir.

Muallim Nâci merhûmun:

“Yedi yüz kere yanılmak ne demek bir cüz’de

Böyle olmaz a benim hâfızım ezber dediğin.”

beytinde olduğu gibi. Binâenaleyh, sadaka vermek, yalnız yetmiş değil, daha bir çok belâ kapısını kapar demek olsa gerektir. Keza : “Sadaka vermek, Allah’ın gazabını teskin eder” “Sadaka, kötü ölümü, (îmânsız gitmeyi) önler” hadisleri de yine aynı mevzuda varid olan buyruklardır.

EFENDİNİN ÖLECEĞİNİ HOROZUN HABER VERMESİ

 

“Lâkin şimdi de yarınki gün ev sahibi ölecek; vârisi, feryad ve figan ederek, öküzü kesecektir.”

“Böylece, ev sahibi ölüp gidecek ve sana bol bir rızık gelecek.”

“Mahallede halk da, ileri gelenler de kurban etleri ve yemeklerden yiyecekler.”

“Sığır kurbanını ve yufka ekmeğini, vârisi, köpeklere ve dilencilere dökecektir.”

“Atın, katırın ve kölenin ölümleri, bu aldanmış ve ham adamın siper-i kazâsı idi.”

“Malın ziyânından ve zarara uğramak derdinden kaçtı. Malı çoğalttı, fakat kendi kanını döktü.”

“Dervişlerin riyâzetleri niçindir? Zira tenin eziyet görmesi, ruhların bekâsına sebebdir.”

“Bir sâlik, riyâzette bekâyı ruh bulmasa, fazla oruç tutmak, ziyâde ve yorucu ibâdetlerde bulunmak suretiyle cesedini nasıl hasta ve helâk eder?”

“Ruhu, verdiğine karşılık görmese, yahut görmüş gibi verileceğini bilmese, bir kimse elini açar da cömertlik eder ve ibâdette bulunur mu?”

Demek ki herkes, dünyevî olsun, uhrevî olsun bir karşılık, bir mükâfat umarak bir şey verir.

“Bir şey ümid etmeyerek ve fâide gözetmeyerek veren ancak Allah’dır, Allah’dır, Allah’dır.”

“Yâhut, ivazsız, garazsız veren, Hakkın velisidir ki, İlâhi ahlâkla ahlâklanmış ve serâpâ nûr kesilmiştir.”

“O Hakkın velîsi Ganidir, ondan mâadası fakirdir. Bir fakir, bir şey için karşılıksız al diyebilir ve mal verebilir mi?”

“Bir çocuk, elmayı görmedikçe elindeki kokmuş soğanı  vermez.”

“Bütün bu alışverişlerde maksat var. Dükkânlarda oturanlar, bir şey elde etmek ümidiyle oturmaktadırlar.”

“Yüzlerce güzel metâı müşteriye gösterirler, kalblerinin içinden ise, onlara mukabil alacakları parayı ve edecekleri kârı geçirirler.”

“Ey dindar kimse; dindaşından bir selâm işitmezsin ki o selâm gelip senin yakandan tutmasın.”

Yâni; biri sana  selâm  verirse, şununla  ahbab  olayım  ve  ondan şu suretle fayda bulayım diye verir.

“Birâder; ben, havâsdan olsun, avâmdan  olsun tamâhsız  bir selâm işitmedim vesselâm.”

“Yalnız Allah’ın selâmında bir tamah yoktur. Onu mahalle mahalle, ev ev, ara; gaflet etme!”

“Ben, mânevî koku almış olan kimsenin ağzından hem Hakk’ın haberini duydum, hem Hakk’ın selâmını.”

“Bu Allah erlerinin selâmını da canla, gönülle kabul eder; Allah’ın selâmını onların selâmından duyarım.”

“O velî, kendi varlığını Tevhid ateşi ile yakıp yok eylediği için selâmı artık Hakk’ın selâmı olmuştur.”

“Kendi varlığından ölmüş ve Rabbi ile dirilmiştir. Onun için Hakk’ın esrarı onun iki dudağı arasındadır.”

“Cesedin riyâzetle ölmesi, manevî diriliktir. Bu cesedin zahmet çekmesi, ruha ebedîlik verir.”

“O habis herif kulak kabartmıştı. Horozundan öleceğine  dâir sözü işitti.”

 

O   ŞAHSIN  KENDİ ÖLÜM HABERİNİ HOROZUNDAN İŞİTİNCE

HAZRET-İ MUSA (a.s.)’a KOŞMASI

“Herif bunu işitince süratle ve koşarak Mûsâ Kelîmullâh’ın kapısına gitti.”

“Ey Kelîmullah;  feryadıma yetiş” diye korkusundan  yüzünü  yerlere sürdü.

Hz. Mûsa buyurdu ki: “Atı, katırı ve köleyi sattığın gibi, git kendini de sat ve kurtul. Madem ki bu işte usta oldun, bu sefer de gene öyle yap ve musibetten kurtul.”

“Haydi, sen gene müslümanları zarara sok da keseni ve dağarcığını iki kat doldur.”

“Sana aynada zahir olan bu kazayı ben evvelce kerpiçde görmüştüm.”

Yânî; vukua gelmeden müşâhade etmiştim, demek istiyor.

“Âkil olan, bir şeyin sonunu evvelden görür. İlmi eksik olan ise, ancak, sonunda ve zuhurunda müşahede eder.”

Adam tekrar feryâd edip dedi ki: “Ey iyi ahlâklı, lûtfet; yaptıklarımı başıma kakma ve yüzüme vurma.”

“Ben iyiliğe lâyık bir adam değilim, ancak öyle hareket edebilirdim. Sen benim liyakatsizliğime iyi  bir mukabelede bulun, lütfet.”

Lisânımızda bir mesel vardır, “İyiliğe iyilik, her kişi kârıdır; kötülüğe iyilik er kişi kârıdır” denilir. Evet mürüvvet, kötülüğe karşı iyilikte bulunmaktır.

Hz. Mûsâ dedi ki: “Oğul; ok yaydan fırladı. Okun yaya dönmesi âdet değildir.”

“Yânî; Kazâ-yı İlâhiyye böyledir. Allah’ın verdiği hüküm geri dönmez.”

“Lâkin, Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve adaletinden temenni ederim ki, ruhunun kabzı esnasında imanlı gidesin.”

“İmânını  yoldaş edindin mi  manen diri demeksin. İmân ile  gidince de bakîsin.”

“O esnâda adamın hâli değişti,  midesi  bulanmaya  başladı. İstifrâğ edecek diye tas getirdiler.”

“Ey bedbaht ve ham kimse; bu, ölüm bulantısıdır, yemek hazımsızlığından değildir. Kusmanın sana ne faydası olacaktır.”

“Dört kişi onu meskenine götürdüler. O ise baldırının arkasını oğuyordu.”

“Zamanın   Mûsâ’sının   nasihatını   dinlemez,   küstahlık  edersin,   böyle yapmakla da kendini çelikten keskin bir kılıca vurmuş olursun.”

“Kılıç, senin canını alıverir, kesmekten hayâ etmez. Birâder, bu hâlin senin lâyıkındır.”

 

ADAMIN DÜNYADAN ÎMANLA GİTMESİ İÇİN MÛSÂ (a.s.)’ın DUA ETMESİ

“O sabah Hz. Mûsâ münâcaât ederek dedi ki: İlâhî onun îmânını alma!”

“Yâ Rabbî, ona karşı büyüklüğünü göster ve günâhını afveyle. O yanıldı, budalalık etti ve tecâvüzde bulundu.”

Ona, “Bu ilim senin haddin değildir” dedim. Sözümü anlamadı, başımdan savuyorum sandı.

“Asâyı, ejderhâ yapabilen kimse elini ejderhâya sürebilir.”

“Gayb sırrını öğrenmek, söylemekten dudağını dikmeye (yânî; sükut etmeye) muktedir olabilene yaraşır.”

“Deryâya lâyık olan su kuşudur. Bu nükteyi anla. Allah doğruyu daha iyi bilendir.”

Hakikat sırları, bir denizdir ki orada kulaç atacak olan, o deryânın kuşları bulunan evliyâ ve enbiyâ hazretleridir. Yoksa kara mahlûkâtı, yâni; avam takımı orada boy ölçemez. O, denize mensûb olmadığı halde içine girmek isteyen, hayvanât lisânına tâlib olan gibi, helak olur.

“O adam, su kuşu olmadığı halde denize girdi ve gark oldu. Ey kullarını seven Rabbim, onun destgîri ol.”

 

HAK TEÂLÂ’NIN MUSA (a.s.)’ın DUASINI KABUL ETMESİ

Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Ona îmânını bağışladım; evet yâ Mûsâ, istersen şimdi onu diriltirim.”

Mûsâ dedi ki: “Yarabbi,  bu ölüm dünyasıdır. Sen onu aydınlık ve bakî olan, âhiret âleminde dirilt!”

“Fâni olan bu âlem, hakîki varlık dünyâsı değildir. Binâenaleyh, onun muvakkaten hayata gelmesinde fayda yoktur.”

“İlâhî, sen şimdi onlara, gözlerden gizli olan, (Ledeynâ muhdarûn) yurdunda rahmet saç, dedi.”

Bu beyit, Yâsîn süresindeki şu âyetlere işarettir :

Yâni: “Kendilerinden evvel nice nesilleri helak ettiğimizi, bunların bir daha onlara dönmez (ümmet) ler olduklarını (müşrikler) gör (ür gibi bil) mediler mi? (Onların) hepsi de, muhakkak, toptan bizim karşımıza ihzâren getirilmişlerdir.”

Hz. Mevlânâ kıssanın naklinden sonra hisse beyânına şürû ederek başlayarak diyor ki:

“Bilmiş olasın ki cismin ve malın ziyânı, ruh için fayda olur, onu vebalden kurtarır.”

İbn-i Mes’ûd (r.a.)’dan rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifte buyurulmuştur ki: “Hiç bir müslümana eziyet isabet etmez, yâhud bir diken batmaz, yâhud daha yukarısı bir belâ gelmez; ancak o belâ, ağacın  yapraklarını  döktüğü  gibi,  o kimsenin günahlarını  döker.”

“O halde  riyâzât’a canla, başla müşteri ol. Çünkü bedenini hizmete vakfedersen, canını kurtarmış olursun.”

“Eğer riyâzat sana, ihtiyarın dışında gelirse ey murada eren kimse, secdeye kapan  ve şükrâne olarak sadaka ver.”

Mâlum ya oruç tutmak, az yemek, aç durmak gibi hareketler, riyâzat cümlesindendir. Bunlar ihtiyarî olanlarıdır. Bir de ihtiyarî dışı olan vardır. Meselâ, insan hastalanır, iştihâsı kesilir, yemek yiyemez olur. Mevlânâ diyor ki: “Böyle bir hâle uğrayınca secde-i şükrâne kapan ve sadaka ver ki, rûhunu kurtaracak olan hal, sana kendiliğinden gelmiştir.

“O hastalık riyâzetini sana Cenâb-ı Hak verdi. Onu sen ihtiyar etmedin. Allah seni   (Kün) emriyle ona çekti. Binâenaleyh şükret.”

 

 

Yazan | 2017-12-29T14:53:34+00:00 Kasım 22nd, 2013|Makaleler|Yorum yok