ŞEHİTLİK VE ÇANAKKALE
Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanı
Şehitlik dinî bir terimdir. Ancak Allah yolunda canını feda eden bir Müslüman’a şehit denir. Şehitlik, İslâm’da en büyük mertebedir. Ayet ve hadislerde ifade buyrulan şehitlerin Allah katında kadir ve kıymetleri pek yücedir. Âhirette en büyük rütbenin peygamberlikten sonra şehitlik olduğu belirtilmiştir. Bunun içindir ki şehitlerin bütün günah ve kusurları Allah tarafından affedilmektedir.
Müslümanları düşmanlarına üstün kılan en mühim esaslardan biri “Ölürsem şehidim, kalırsam gazi…” inancıdır. Bu durum, ayette “iki güzelden biri” şeklinde ifade edilmiştir. Yani mümin için savaşta iki güzel neticeden biri vardır: Ya şehit, ya da gazi olmak…
Şehit olan insanların kul hakkı dışındaki bütün günahları affedilir. Şehit olmak, herkese nasip olmayan büyük bir şereftir ve müminler için mükemmel bir nimettir. Güzel bir şekilde yaşamak, ondan sonra Allah yolunda O’nun rızası için şehit olmak, her müminin hayal ettiği bir mutluluktur.
Enes’ten (ra) rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendinin olsa dahi dünyaya geri dönmeyi istemez. Sadece şehit olanlar kendilerine yapılan hürmet ve ikram sebebiyle (şehitliğin mertebesini gördüğü için) tekrar dünyaya dönmeyi ve on kez şehit olmayı arzu ederler.”
Rabbimiz bize mal ve can verdi. Sonra da bunları kendi yoluna geri vermemizi istedi. Eğer biz malı ve canı onun yolunda verebilirsek çok güzel bir alışveriş yapmış oluruz. Verdiklerimizin karşılığında cennetin verileceği müjdesi şu ayetle bildirilmiştir: “Allah Teala, cennet mukabilinde müminlerin canlarını ve mallarını satın aldı. Onlar, Allah yolunda savaşırlar. Harp meydanlarında şehid ve gazi olurlar. Allah’ın bu öyle vadidir ki, Tevrat’ta da, İncil’de de, Kuran’da da sabittir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu (gerçekten) büyük kurtuluştur.”
Hz. Peygamber (s.a.v.), Uhud’da hayatını kaybeden 70 şehitle ilgili olarak şunu bildirmiştir: “Kardeşleriniz Uhud’da şehit olunca, Allah onların ruhlarını yeşil kuşların cevfine koydu. Cennetin nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler. Arşın gölgesinde asılı altından kandillerde yerleşirler. Yiyecek, içecek ve istirahatlarının güzelliğini görünce “Keşke, derler, cennette hayatta olup, rızıklandırıldığımızı biri dünyadaki kardeşlerimize haber verse. Ta ki, cihattan geri kalmasınlar, savaş esnasında kaçmasınlar”. Cenab-ı Hak, “Sizin bu halinizi onlara ulaştıracağım” der ve şu ayetlerle bildirir.
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler, Allah’ın lütfundan kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde, Rableri katında rızıklandırılırlar. Arkalarından gelecek olanlara şunu müjdelemek isterler: Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmezler.”
Şehitlerin yüceliğini Allah ve Resulü ayet ve hadislerde en güzel şekilde ifade etmişlerdir. Türk edebiyatında ise şairler, şehitlerin makamını en güzel dizelerle anlatmak için âdeta birbirleriyle yarışmışlardır. Milli şairimiz Mehmet Akif, şehitlerimizi anlatırken “Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber! Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber!” sözleri edebiyatımızda iz bırakmıştır.
Yine Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin” isimli şiirini ezbere okumayan yok gibidir. Kısaca yazarlar nazım eserlerle, şairler manzum eserlerle şehitlere olan hayranlıklarını en içten duygu ve heyecanlarıyla anlatmaya çalışmışlardır.
Mevlâ-yı Zülcelâl cümlemize Allah yolunda şehit olmayı, şehit kardeşlerimizin şefaatine nail olmayı nasip eylesin! Devletimizi, milletimizi kıyamete dek baki eylesin!
On dört asır önce yeni kurulan İslâm devletini korumak için Bedir’de can verenler!
Doksan altı yıl önce Çanakkale’de yedi düvele karşı 250 bin şehitle “Çanakkale geçilmez!” diyenler!
Doksan yıl önce Maraş’ta, Antep’te, Kars’ta, Sakarya’da istiklâl uğruna can feda edenler!
19 yıl önce Bosna’da Sırplara karşı milli mücadele edip şahadete erenler!
Ruhunuz şad olsun!
* * *
Her yıl 18 Mart geldiğinde tüm şehitlerimiz ve de özellikle bundan 99 yıl önce fedâ-yı cân eden Çanakkale Şehitlerimiz akla gelmektedir.
Yakın tarihimizde yapılan büyük savaşlar Anadolu’yu şehitler diyarı haline getirmiştir.Bu gün Anadolu’da hemen hemen her ailenin geçmişinde bir şehit ya da gazi bulunmaktadır.
Altı asırlık dev çınar Osmanlı Devleti’nin 20. Yüzyılın başında düvel-i muazzama ile yaptığı I.Dünya savaşında, açılmış her cephede binlerce şehit verilmiş,vatan toprağı şehit kanıyla savunulmuştur.
Ezan susmasın,bayrak inmesin,vatan toprağı bölünüp parçalanmasın, Âlem-i İslâm parya durumuna düşmesin diyerek canını,kanını fedâ ederek, o büyük savaşın, I.Dünya Savaşı’nın üzerinden tamı tamına bir asır yani yüz yıl geçmiştir.Yemen’den Kafkasya’ya Kanal’dan Galiçya’ya kadar geniş bir coğrafyada savaşan Türk ordusu çelik mermilere,ileri teknoloji silah ve toplara karşı imanını siper etmiştir.
Çanakkale Cephesi, bu cepheler içerisinde dünyada eşi ve benzerine az rastlanan bir kahramanlığın gösterildiği,kanla yazılan bir destanın inşa edildiği bir cephe olmuştur.Çanakkale Boğazı’ndan Marmara Denizine oradan da pay-i tahta ulaşarak Osmanlı’yı teslim almak isteyen Düvel-i muazzama, daha önce hiçbir savaşı kaybetmemiş Yenilmez Armada ile Çanakkale Boğazına saldırdı.İtilaf donanmasının sahip olduğu muazzam teknolojik silahlar karşısında Türk ordusunun hiçbir şekilde karşı koyamayacağını belirten istihbarat raporlarına güvenen İngiliz Lord Cruzon İstanbul’u ele geçirip Halifeyi esir etmeyi ve savaşı bitirmeyi hedefliyordu.Fransız donanmasının komutanı ise İstanbul’a bir Fatih edasıyla girebilmek için tüm planlarını yapmıştı.
Çanakkale Zaferi üç kıtaya hükmeden ecdâdımızın son zaferidir. Emperyalist güçler “hasta adam” dedikleri Osmanlı’ya son darbeyi vurmak için birlik olup yüklendiler. Tüm kara ve deniz güçlerini Çanakkale Boğazı’na yığdılar. Zaferden emindiler. Ehli sâlip önce Çanakkale Boğazı’nı geçecek, sonra İstanbul’a gireceklerdi. Ancak hesaplarında olmayan bir şey vardı. Şanlı Türk askerinin göğsünü siper ettiği bir duvar: Çanakkale!..
Bu savaş sadece top-tüfek, mayınla değil, büyük bir iman ve vatan sevdası ile yapılıyordu. Batı âlemi işte bu maneviyatı bilmedikleri için yanılıyorlardı. Karşılarında tarihi şan ve şerefle yazan Türk ordusu vardı, Mehmetçik vardı. Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Adana’ya kadar 15 yaşından 70 yaşına kadar kadın-erkek cennete koşar gibi gelmişlerdi Çanakkale’ye. Yemin etmişlerdi, kanlarının son damlasına kadar savaşacaklar ve “Bu vatan bizimdir!” deyip, düşmanı geldiği yere göndereceklerdi.
Nitekim savaştılar canlarını feda ederek ve bir destan yazdılar tarihe: Çanakkale Zaferi…
Çanakkale Savaşları, son asrın en büyük savaşlarından birisidir. Birinci Dünya Savaşı’nı gâlip bitirmek isteyen devletler gemileriyle Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’u almak istiyorlardı. Türk ordusu, Çanakkale Boğazı’nda İngiliz ve Fransız donanmalarına karşı aylarca deniz ve kara savunma savaşı yapmıştır. Çok kısıtlı imkanlarla dünyanın en tedarikli İngiliz, Fransız, Avustralya, Yeni Zelenda ve birçok sömürge ülkelerinin müşterek ordularına karşı kahramanca savaşan Osmanlı ordusu 18 Mart 1915’ten ocak 1916’ya kadar devam eden deniz,kara ve hava savaşlarının sonunda İtilaf Devletlerine karşı kesin bir zafer kazandı.
Soğuk çeliğe karşı iman dolu göğsünü siper eden Mehmetçik sahip olduğu yüksek iman ve ahlakın gereğini yerine getirmiştir.Vatan toprağını namus ve şeref kabul eden ezan susmaz bayrak inmez diyen Anadolu insanı Çanakkale Geçilmez gerçeğini Avrupa’nın hayalleri üzerine tırnağı ile kazıyarak yazmıştır.
18 Mart 1915 tarihinde kesin zafer kazanmıştır.
250 bin vatan evlâdımızın şehit olduğu bu savaş sonunda dünyanın en güçlü orduları ve donanmaları geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Giderken söyledikleri şu cümle tarihe geçmiştir: “Çanakkale Geçilmez!”…
Mukaddes vatan toprakları için, canlarını seve seve vererek bir milletin kaderini değiştiren aziz şehitlerimiz dünyada eşi olmayan bir destan yazmışlardır: “Çanakkale Destanı!”…
Biz bu güzel coğrafyada, cennet ülkemizde vatanımızı, istiklâlimizi bu şehitlerimize borçluyuz.
Çanakkale Zaferi’nin yeni nesillere iyi anlatılması, onlara tarih şuurunun verilmesi ecdadımıza karşı görevimiz olduğu gibi geleceğimizin de teminâtıdır.
Çanakkale Destanı’nı birçok edip ve şâir en güzel dizelerle terennüm etmişlerdir. Bunların içinde belleklerde iz bırakan merhum M.Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” ithâfen yazdığı destânıdır:
ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
“O benim sun-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Âkif ERSOY
KAYNAKLAR